Tembellik savunulabilir mi?

Tembellik konusunda fazla sayıda içerik var ve sürekli olarak üretiliyor. Bu konuda insanlar konuşurken, paylaşırken ve hatta manipüle ederken sürekli kendilerini tabir yerindeyse “cool” gösterecek şekilde davranıyor. Bu durum çok komik olsa da, insanlar kendilerini iyi hissetmek için kendilerine yaptıkları kötülüklerden biri. (Çok daha büyük bir kötülüğü okumak için buraya tıklayabilirsiniz.) Benim açımdan “tembellik” ile ilgili durum nasıl bunu yazmak istedim. Öncelikle hayatım da birkaç kesit dışında kendimi tembel olarak hiç görmedim. Genellikle azimli biriyim. Çalışmamak için bahane bulmaktansa, ben çalışmaya odaklanmayı tercih ederim. Bu yüzden tembellik ile ilgili hiç olumlu şeyler yazmayacağım. Bu yüzden kendinin tembel olduğunu bilenler, bir tembellik daha yapıp bu yazıyı okumayı bırakabilirler. Bana göre tembel olan insanların tembellik davranışları iki farklı durumdan kaynaklanıyor. Birincisi aslında tembel olmayıp, zamanla üzerindeki atalete alışmış insanlar, ikincisi ise tabiatı itibarı ile tembel olanlar.

Birinci grup bence çok kritik bir grup. Çünkü bu gruptaki insanlar kendilerini heyecanlandıracak konuyu tanıma imkanı bulamadıkları için çalışkanlığın tadını alamamış insanlar oluyor. Sayısal odaklı eğitim sistemimiz (bu sadece bize ait bir problem değil, bu konuda Ken Robinson’ın TED’deki bu videosunu izlemenizi tavsiye ederim) kişinin diğer zekasını keşfetmesini engellediği gibi, matematiğe yeteneksizliğinden dolayı kişi yeteneksizlik hatta düşük zekalılık ile suçlanabilir. Bu durumda içine kapanan kişi, eğer kendi zekasını, merak ve ilgi alanını keşfetme şansını yakalayamazsa bir ömür boyu bu suçluluk ile yaşayabilir.

İkinci grup ne yazık ki tabiatı itibari ile tembel olan grup. Bu grubun özelliği basit ve tek olarak tembel olmak. Bu insanlarda benim gördüğüm en önemli özellik sadece bir tek konuda değil, genel olarak hayatım tüm alanlarında tembel olmaları. Araştırma yapmaktan, yemek yemeye, sosyal hayattan , özel hayatına kadar tembel olan bu insanlar ile çalışmak ne yazık ki imkansız. Burada çözüm imkansız değil fakat tembel kişiler genelde “ben tembelim, iç disiplinim düşük ve bu beni verimli işler yapmama engel oluyor” demek yerine tembelliği nasıl savunurum diye kendi kendini manipüle etmeye daha yatkın olduğu için hiçbir zaman tam olarak çözüme ulaşılamıyor.

Sonuç olarak anlatmak istediklerimi şu şekilde özetleyebilirim.

*Eğer kendinizi tembel hissediyorsanız, bu aslında kendiniz için doğru olan alanı, konuyu tanımadığınızdan olabilir. Kendinizi tanımak için birşeyler yapmaya başlayın ve çalıştığınız alanı değiştirin. Çalışkan olabileceğiniz alanı bulun.

*Üretken ve yaratıcı işler yapmak, tembel olunabilir anlamına gelmiyor. Başarıyı getiren yaratıcılık ve disiplini bir araya getirmek. Size ben kreatif işler yapıyorum, disiplin ile çalışamam yalanını söyleyen kişilere inanmak yerine kendinize çalışacak başka birini arayın.

Online video ve reklam

Nielsen yaptığı araştırmalar ile tanınan saygın bir kurum. Nielsenin yakın zaman da yaptığı araştırmalardan bir tanesi müşteri davranışlarını anlamak açısından oldukça önem taşıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu araştırmaya göre insanlar artık videoları daha çok online olarak izliyorlar. Videolar davranışlarımız ve algılarımız üzerinde etkisi büyük. (Bununla ilgili Temel Aksoy’a ait Videonun Önlemez Yükselişi adlı blog yazısını okumanızı tavsiye ederim.) Bu yüzden tv reklam pazarlamacılar için çok önemliydi. Fakat bundan sonra bu önemini sürdürebilir mi sorusu akıllara çok sık geliyor.

Geleneksel medyadaki pazarlama çalışmalarının en önemli problemi her zaman ölçülebilirlik olmuştur. İnternet ve online dünya öncesinde bu herkes tarafından bilinen fakat çözümsüz bir dertti. İnternet ve online dünyanın hayatımıza girmesi, öncesinde mümkün olmayacak şeyleri mümkün kılmaya başladı ve pazarlama faaliyetleri çok net bir şekilde ölçülebilir hale geldi. Online video giderek yükseliyor, birçok firma mobil reklamlarını kullanmaya başladı, online video reklamları ön plana çıkıyor. Artık sosyal medyayı kullanmayan marka neredeyse kalmadı. Fakat ne yazık ki bu tam olarak yeni dünyayı anladığımız anlamına gelmiyor. Dijital dünya ve insanların dijital dünyadaki davranışlarını iyi anlamadan yapılan reklam ve diğer pazarlama çalışmaları markalar açısından zararılı bile olabilir. Bu dinamikleri anlamadan yapacağınız reklamların anlamı müşterileriniz için sokakta yürürken ingilizce eğitimi düşünür müsünüz denmesi ile aynı olabilir.

Dinleyip temi Konuşsak, Dinlemeden mi Konuşsak ?

Ben bir çırağım ve “öğrenmek” ile “iletişim” beni en çok heyecanlandıran konulardan iki tanesi. Bu blog yazımda “dinlemek” ve “daha iyi nasıl dinleyebiliriz” ile ilgili yazacağım.

Bana göre dinlemek hem öğrenmek hem de iletişim kurmak için en önemli konu diyebilirim. Liderlik dünyada belki daha önce hiç olmadığı kadar önemli bir konuma geldi ve yönetici kavramı gün geçtikçe yerini liderliğe bırakıyor. İyi yöneticilerin olduğu takımlardan çok iyi liderlerin olduğu takımlar daha başarılı ve mutlu oluyorlar, daha uzun soluklu işler yaratıyorlar. Etrafımda gördüğüm en önemli sorunlardan bir tanesi, benim gibi çırakların arasında, insanlarla iletişim kurup, onlardan öğrenmeyi anlamamaları ve buradaki ciddi faydayı ıskalamaları.

Daha iyi nasıl konuşabilirim diye araştıran, bunun pratiğini yapan ve bu konuda kendini geliştirmeye uğraşan birçok insan tanıyorum ama ne yazık ki aynısını dinlemek için yapan insan tanımıyorum! Neden konuşmak için bu kadar didinirken, dinlemek için kendimizi geliştirmiyoruz sorusunu herkes kendisine soradursun ben dinlemenin neden konuşmadan daha önemli olduğunu kendimce yazacağım. Konuşma konusunda sürekli düşünüp, kendi geliştiren fakat öğrenme ve iletişime geçme konusunda yetersiz kalan birçok insan tanıyorum ve işin açığı durumun böyle olması beni hiç şaşırtmıyor. İletişim kurmayı başaramadan karşınızdaki insanı anlayamaz, ondan hiçbir şey öğrenemezsiniz. Öğrenme bir iletişim halidir. Birileri konuşurken, siz ne konuşacağınızı düşünüyorsanız üzgünüm daha güzel konuşabilirsiniz ama asla daha güzel anlayamayacaksınız!

 

Eğer sizin için önemli olan, insanları anlamak ve yeni bir şeyler öğrenmekse bu keyifli yolculukta dinlemek sizin için konuşmaktan daha önemli, verimli ve keyifli olacaktır. Önce güzel dinleyin, sonra çok daha güzel konuşursunuz. Güzel dinlemek için de bana göre yapılması gereken ilk şey “amacınızın”, “insanları dinlemek ve onları anlamak” olması gerekir. Bunun dışında daha da verimli insanları nasıl dinlerim derseniz internette gördüğüm şu yazı dizisini dikkatlice okumanızı tavsiye ederim.

Kolay yoldan “uzman” olacağınıza, “keyifli” , “verimli” ve “heyecanlı” yoldan iyi bir çırak olun, “daha iyi nasıl yapabilirime” odaklanın..

Dinlemeden konuşmak, en az bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak kadar zararlıdır!

Değer, Popülerlik ve Freud

Değer dünyanın var olduğundan beri önemli bir konu. Hemen herkes değerli olduğunu düşünüyor (ki bence öylede) ve herkes yine değerli işler yaptığını düşünüyor. Fakat bir şeyin değerli olduğunu nasıl anlayabiliriz ? Ya da bir şeyi değerli yapan nedir ? Bu iki sorunun da yanıtını ben bilmiyorum, öğrenirsem hemen yazarım, ama bildiğim bir şey var ki “popülerlik” değerden bağımsız bir parametre. Popülerliği eleştirmiyor, küçük görmüyorum. Sadece dediğim popülerlik değerden bağımsız ve birşeyin popüler olması değerli olduğu anlamına, değerli olması popüler olması anlamına da gelmiyor.

Tüm bunları neden düşünüp, buradan yazdım ? Bundan tam 156 yıl önce bugün bir insan dünyaya geldi. Adı Sigmund Freud! Psikoloji alanındaki çalışmaları ile dünyaya “değer” katan bir bilim insanı! Bu saatlerde iki futbol maçı oldu ve şu an insanlar onu değerlendirmekle meşgul fakat ben eminim ki hem Freud hem de Freud’un çalışmaları, yapılan 2 maçtan da çok çok değerli. Kimsenin Freud’u konuşmaması, belki maçla ilgili paylaşımların Freud ile ilgili paylaşımlardan çok daha fazla olması, yapılan maçları Freud’dan daha değerli kılmaz.

Eğer elinizde bir kalem var ve bu kalemi satmak istiyorsanız, bir kişinin bile bunu fazla alması sizin için fazladan kar anlamına gelir. Bu yüzden daha fazla kalemi nasıl satabilirim diye düşünüp, bunun yollarını aramanız çok doğaldır. Fakat konu beyniniz, ruhunuz, düşünce ve hisleriniz olduğunda daha fazla alkış nasıl toplarım diye düşünüyorsanız, bence elinize bir kağıt, kalem alıp beynim ve ruhum ne kadar “değerli” diye düşünmeye başlayabilirsiniz.  İyi pazarlar..

Beynimizi Çalıştırsakta mı Çalıştırsak, Çalıştırmadan mı Çalıştırsak ?

Bilimsel ve teknolojik gelişmeler beyni anlamamız için bize çok yardımcı oldu. Özellikle son yarım asırda, öncesinde beyine dair bilinmeyen birçok şey bilinir hale geldi. Fakat yine de beyin ve nasıl çalıştığı ile ilgili herşeyi çözmüş değiliz. Belki de bildiklerimiz, beyin hakkındaki gerçeklerin yanında bir hiç. Durumun böyle olması beni beyin hakkında daha fazla meraklı kılıyor. Fakat merakımı gidermek için konu ile ilgili akademik kaynaklara başvurduğumda iki sorunla karşılaşıyorum. Benim anlayacağım seviyede sığ olan kaynaklardaki bilgiler beni tatmin etmiyor, derin kaynakların derinliği bana fazla geliyor ve o kaynaklarda da bilginin uygulaması ile ilgili çıkarımlarda bulunamıyorum. Durum böyle olunca bende kendi beynimi kendimce keşfetmeyi deniyorum ve bunu çok seviyorum. Bunu şu şekilde yapıyorum. Çok sıkı bir hafızam olmasa da düşündüklerim ve hissettiklerimle ilgili hafızam hiç fena değil. Bir yanda da notlar alarak yaptıklarımı (okuduklarım, izlediklerim, tanıştığım insanlarla ilgili yorumlarım, vb.) biraz detaylıca biriktiriyorum. Bu yaptıklarımın beynimi keşfetmeye yetmeyeceğini bildiğim için ekstra olarak yaptığım başka şeylerde var. Bunlardan bir tanesi gözlem yapmak. 

Geçenlerdeki matematik dersimiz sırasında bir ara işlemde 5 ile 99’un çarpımını bulmamız gerekti. Bunun için dersi veren öğretim üyesi normal olarak 5 ile 99 u çarptı. 5*99 = 495’i bulmaya çalıştı ve bunu düz olarak 5*9 = 45 elde var 4 5*9=45 ve 4 ü ekle şeklinde yaptı. İşlemi bu şekilde yapmasının ona o anda iki dezavantajı oldu. Bunlardan bir tanesi ara işlemi uzattığı için sonrasında ne yapacağını tekrar düşünmek zorunda kaldı ve doğruluğundan ilk anda emin olamadı, işlemi tekrar gözden geçirdi. Öğretim üyemiz işlemi yaparken aslında bu işlemin çok daha kolay bir şekilde yapılabileceği aklıma geldi. 99 yerine 100-1 yazarsak 5*100 – 5*1 düşünmesi , hesaplaması ve doğruluğundan emin olunması çok daha kolay bir işlem ve zihnide diğer işlem kadar yormuyor.

Sonra bu durumu etrafımdaki, ilgisini çekebileceğini düşündüğüm insanlara anlattım. Onlara ilk olarak 5*99’un nedir dediğimde onlarında ilk tepkisi direkt olarak onları çarpmak oldu.

Konu basit bir matematiksel bir ifade olduğunda verdiğim örnek çok hafif kalabilir. Çünkü sonuç aynı sonuç çıkacak ve bu konuyu düşünmek, sadece işinizi kolaylaştırır.(İşi kolaylaştırmakta büyük bir faydadır ama sonucun doğruluğunu tehdit etmez.) Fakat hayat matematik gibi mi ? Hayatta gittiğin yol, sonucu etkilemez mi ? Hayatta gittiğin yol matematiğe göre çok daha fazla önemlidir. Çünkü hayatta yolda giderken öğrenirsin,  yaparsın, yaşarsın.  

Yol seçmeden önce iyi düşünmeliyiz ve düşüneceğim konu hangi yolu seçmeliyim sorusundan önce nasıl düşünmeliyim konusu olmalı! Felakete giden kararları alan insanlar aptal oldukları için, yeterince planlamadıkları yada “kurnaz” olmadıkları için felakete gitmiyorlar! Onları felakete götüren, felaketi planlamaları oluyor. En iyisi siz beyninizi çalıştırarak çalıştırın!

Konu ile ilgili doyurucu bilgi ve açıklamaların bulunduğu kitap:

Yaratıcı Dehanın Sırları – Micheal Michalko

Faydalı olabilecek blog yazıları:

1. Overthinking

2. The Dangers of Listening to Your Brain

Düzleşen Dünya, Küreselleşme ve Biz

Beni twitter’dan takip edenler son zamanlarda Thomas Lauren Friedman’dan Dünya Düzdür kitabını okumaya başladığımı biliyorlardır. (Yazarın twitter hesabı için buraya tıklayabilirsiniz.) Kitabı okumayanların mutlaka okumasını tavsiye ediyorum. Dünya değişiyor, bizi daha farklı bir gelecek bekliyor ve bu geleceği yakalamamız için bu günden bazı şeyler yapmamız gerekiyor. Ben bu yazımda kitaptaki küreselleşme ile ilgili bilgileri sizlerle paylaşacağım.

Yazar küreselleşmenin üç büyük çağı olduğunu düşünüyor ve küreselleşmenin ilk çağının başlangıcı olarak Kolomb’un Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında ticareti başlatan sefere çıktığı tarih olarak 1492 yi gösteriyor. Küreselleşmenin bu ilk çağı 1800 lere kadar sürüyor. Küreselleşmenin bu ilk versiyonu ülkeler ve kas gücü ile ilgili. Ülkeniz ne kadar fazla kas gücüne sahipse, o kadar avantajlısınız. Kas gücünün içerisinde beygir gücünüz, rüzgar gücünüz ve 1800’lere doğru çıkan buhar makineleri ile buhar gücünüzde bulunuyor. Eğer kas gücünüz var ve yaratıcı bir şekilde bunu kullanabiliyorsanız küreselleşmede rakiplerinizden öndesiniz. (Bu bölümü ilk okuduğumda aklıma İstanbul’un fethi sırasında karadan kaydırılan gemiler gelmişti! Önemli olan kas gücü ve bu kas gücü de yaratıcı bir şekilde kullanılıyor.) Küreselleşme 1.0’da ülkenizin küresel fırsat ve rekabetteki yeri en önemli konu. Ülkeniz aracılığı ile küreselleşip, diğerleri ile işbirliğine gidebilirsiniz.

Küreselleşmenin 2. çağı için de 1800’lerde başlayıp 2000’e kadar devam ettiğini söyleyen yazar, bu dönemdeki itici güç içinde çok uluslu şirketlerin olduğunu söylüyor. Bu çağın önemli özelliği malların ve bilginin, kıtadan kıtaya hareket etmesi, ürünlerin ve iş gücünün küresel alanda alınması ve satılması ile gerçek bir küresel ekonominin doğmasını gerçekleşmiş olması.

Bundan sonra başlayan küreselleşmenin 3. çağıda şu anda içinde yaşadığımız durum. Beni en çok heyecanlandıran kısım burası. Bu bölümde küreselleşme 1.0 dan itibaren ülke ve şirket bazında olan küreselleşme artık 2000’li yıllardan itibaren kişi başında olmaya başlıyor. Bunu kitapta okuyana kadar kişisel bazda küreselleşmenin olduğunu düşünmemiştim. Ancak kişisel bazda küreselleşme fikrini okuduktan sonra aklıma bir anda İstanbul’da yaşayıp, Avrupa’ya yaptığı tasarımı satan grafik tasarımcılar, çektiği fotoğrafları bazı sitelere yükleyerek onları tüm dünyanın hizmetine sunan insanlar geldi. Bu insanlar kendileri kişisel olarak yaptıkları işi her hangi bir fiziksel ihracat olmadan tüm dünyaya ihraç edebiliyorlar. Ortaya koyduğunuz iş eğer gerçekten değerliyse, fiziksel olarak nerede olduğunuzun önemi yok. Fikriniz, sanatınızı tüm dünyaya duyabiliyorsunuz.

Kişisel olarak küreselleşme tüm dünyaya ulaşma imkanını bize vererek büyük bir avantaj olsa da bu aynı zaman da küresel anlamda bir rekabet anlamına da geliyor.(Rekabetin olması yada küresel anlamda olmasını olumsuz bakmıyorum.Bilakis bence olumlu bir konu. Fakat hazırlıklı olunmadığı takdirde ciddi başarısızlıklar getirebilir.) Bu nokta biz bizi bekleyen bu küresel rekabete ne kadar hazırız, bu rekabete hazırlanıyor muyuz, hazırlanıyorsak doğru bir şekilde mi hazırlanıyoruz sorusu aklıma geldi.

Öncelikle şunu kesinlikle belirtmeliyim ki üniversite eğitimimiz bizi kesinlikle geleceğin dünyasına hazırlamıyor.  Bu noktada yeni dünyanın büyüyerek ve hızlı bir şekilde geldiği günümüzde, kendi eğitimimizi kendimizin planlaması sadece biz öğrencilerin görevi. Bunun için öncelikle yeni dünyayı en iyi şekilde anlamamız ve bizim yeni dünyada neye ihtiyacımız olduğuna iyice karar vermemiz gerekiyor.Kendimce yeni dünyada bizden neler beklenir, yeni dünyada kaliteli işler yapabilmek için benim neye ihtiyacım olabilir sorularına şu yanıtları verdim.

* Yaratıcılık: Kitabın ilerleyen bölümlerinde Amerika’daki birçok işin Hindistan’a kaydığı söyleniyor. Şöyle ki muhasebe işlemleri bile teknolojinin nimetleri ile Hindistan’da yaptırılabiliyor. Kendi kendini tekrar eden işleri taşeronlar hem daha sağlıklı hem de daha ucuz olarak yapabiliyorlar. Birçok call-center da Hindistan’a taşınıyormuş örnek olarak. Bu durumda “bende (me too)” mantığı ile çalışan işler yapmak,bu tarz işlere beyin ve zaman olarak yatırım yapmak felaketi planlamak anlamına geliyor. Yaratıcı düşünmeye ve olmaya daha önce hiç olmadığımız kadar ihtiyacımız var. Yeni dünyada en büyük katma değer yaratıcılık ile üretilecek değerde yatıyor.

* İş Birliği Yapabilme: Teknolojinin getirdiği büyük nimetlerden bir tanesi de fikri üretim sürecini özgürleştirmesi. Bunun anlamı fikri üretim süreci bile parçalara bölünüp, başka başka insanlar tarafından geliştirilip, birleştirilebiliyor. Bu noktada bırakın grup içerisini, küresel çapta insanlarla iş birliği yapabiliyor, sürdürülebilir, sağlıklı işler yapabiliyor olmanız gerekiyor.

* Öğrenme: Öğrenme hızımız ve kapasitemiz hiç olmadığı kadar önemli hale geliyor. Sürekli olarak öğrenebiliyor olmamız gerekiyor. Bilgi artan bir hızla kendini yeniliyor ve “ben biliyorum(!)” demek için yanlış bir zaman içerisindeyiz. Bildiklerimizi güncel tutmadığımız zaman bir anlamı yok. Öğrenme ile ilgili bir diğer olumlu gelişme ise bilgiye ulaşım yollarında. Eski dünyaya ait yöntemlerle yeni dünyada bilgi aramak yanlış haritaya bakarak yol bulmaya çalışmak gibi. Yeni dünyada bilgiye ulaşmanın yöntemleri ve yeni dünya bilgisi öğrenilmeli.

* Sürdürülebilirlik: Referanslar en önemli tercih nedeni. Artık her şeye ulaşmak çok daha kolay ancak güvenilir insana ulaşma problemi aynen devam ediyor. Güvenilirliğiniz yoksa tüm bu bildiklerinizin başına bir eksi koyabilirsiniz. (Konuyla ilgili blog yazım için buraya tıklayabilirsiniz.)

Yeni dünyayı anlamak ve kendimizi bu yeni dünyaya hazırlamak en önce bizim görevimiz. Keşke eğitim sistemimiz ve diğer etmenler bizi bu konuda daha fazla aydınlatsa, daha da yardımcı olsaydı. Fakat onlar bu konuda yetersiz ve biz bu konuda kendimiz bir şeyler yapmalıyız. Eğer sizde yeni dünyaya ilgi duyuyor ve kendinizi yeni dünyaya göre geliştirmek istiyorsanız/geliştiriyorsanız benimle iletişime geçerseniz bunu birlikte yaparak daha verimli hale getirebiliriz.

“Business” Kafası

Bu yazımda aslında tam olarak bana ait olmayan şeyleri yazacağım. Aslında bu yazıyı okuyan birçok kişinin zaten bildiği şeyleri tekrarlamış olacağım.

Şimdi öncelikle Guy Kawasaki’nin Büyüleme kitabından dikkatimi çeken birkaç bölümü yazacağım.

“Minnesota Üniversitesi öğretim üyesi Kathleen D. Vohs, paranın insanların davranışları üzerindeki etkilerini incelemek için bazı deneyler yaptı. İşte uyguladığı üç deneyin kısa özeti:

* Araştırmacılar, Monopol oyununu oynamaları için deneklere 4000 Dolar, 200 Dolar ya da 0 Dolar verdiler. Laboratuvardan çıkarken, araştırmacılardan biri kurşun kalem torbasını bilerek yere düşürdü;araştırmacılar, deneklerin yardım etmek için kaç kalem topladıklarını saydılar. En az yardım edenler 4000 Dolar alanlardı, en çok yardım edenler ise hiç para verilmeyenlerdi; 200 Dolar alan denekler ortadaydı.

* Araştırmacılar, sözcük gruplarıyla tam bir cümle oluşturmak için sekiz çeyreklik verdiler. Sözcük gruplarından bazıları parayla ilgiliydi, bazıları değildi. Deneyin sonunda deneklerden bir öğrenci fonuna bağış yapmaları istendi. Parayla ilgili sözcük gruplarını düzenleyen denekler, parayla ilgili olmayan sözcük gruplarını düzenleyen deneklerden daha az bağışta bulundular.

* Araştırmacılar, denekleri bir bilgisayarın bulunduğu bir odaya koydular. Bilgisayarda, ya ekran koruyucusu yoktu, ya bir balık görüntüsü, ya da para görüntüsü vardı. Araştırmacılar, deneklerden, diğer deneklerle görüşmek için iki sandalye koymalarını istediler. Para görüntüsünün bulunduğu ekran koruyucuyu görmüş olanlar, boş ekranı yada balık görüntülü ekran koruyucuyu görmüş olanlara kıyasla sandalyeleri birbirinden daha uzak koydular.” sy. 121 – 122

Cem Yılmaz’da bu kısımdaki sizinle özellikle paylaşacağım kısmı: “Hayatım boyunca hiçbir şeyi para için yapmadım; bir şey yaptım para etti , ona ben bir şey diyemem!”(0:51- 0:58 snleri arası)

Benim hem bu okuduğum/izlediklerimden, hem de insanlarda gördüğüm kadarı ile “business” kafasında olmak(!) insandan birçok şey götürüyor. Neler götürür sorusu kişiye bağlı. Değer yaratmak için, inovatif düşüncelerle hayata artı katmak için “business” mantalitesi ile düşünmemek gerektiğini düşünüyorum! Değer yaratan, başarılı olan, insanlar tarafından sevilen tüm işlerin bu şekilde yapıldığını da biliyorum. Her şeyden önce kendinizi sevin, kendinize güvenin ve görmek istediğiniz şeyi yapın. Başlatmayın, sadece yapın!

Son olarak Steve Jons’un o efsanevi cümlesini tekrarlıyorum: “STAY HUNGRY STAY FOOLİSH”

 

Bir ve sıfırdan sonra artı ve eksi

Hikayeleri ve oyunlar ders çıkartmak için belki de en verimli araçlar. Unutamadığım bazı hikayeler var, çoğu herkesçe bilinen. Bunlardan birini yazmak istiyorum bu yazımda. Vehmi Koç (İsim yanlışlığı olabilir, ben bu şekilde biliyorum) bir dostuna şu şekilde nasihatta bulunmuş. Evin varsa varlık hanene bir sıfır koymalısın, araban varsa bir sıfır daha, iyi bir işin varsa bir sıfır daha, işlerin yolunda gidiyorsa bir sıfır daha koy.(Bu kısım anlatılış şekillerine farklı devam edebiliyor.) Ama sağlığın varsa en başına bir koyarsın demiş. Sağlığımızın bizim için önemimizi hatırlatmak için çok güzel bir hikaye. Kendi varlık değerinizi bu şekilde hesaplayabilirsiniz, fakat başkalarının size göre varlık değerini hesaplar nasıl hesaplayacaksınız ? Başkalarının bizim için değerlerini koyarken hemen hemen tüm parametreler ve parametrelerin değerleri kişiden kişiye göre değişiyor ancak birşey sabit kalıyor: Güven. Eğer güvenilir bir insansanız o değerinizin başına bir + geliyor, eğer güvenilmez bir insansanız (arkadaşlarınızın rahat rahat arkasından konuşup, kazanmak için her şeyi yapabiliyor, hemen hemen verdiğiniz hiçbir sözü tutmuyorsanız, …) bu değerin başına bir geliyor. Böylece güvenilmez olmakla insanlar gözündeki değeriniz sıfırın bile altına düşer. 

Çok şey bilebilir, çok yetenekli olabilirsiniz ama güvenilmez biriyseniz bunların hepsi sizin için eksi bir değer haline gelir! Güven ilk başlangıçtır, geriye kalan her şey ondan sonra gelir.

Çocuklar akıllı, ya biz ?

“Artık eskisi gibi olmamaya başlamıştı bir şeyler. Bazı şeyler değişiyor, güzel şeyler görmek, göstermek için kullandığım perspektifler artık sadece bir biri ile çelişmekle kalmıyor aynı zaman da inandırıcılığını da günden güne yitiriyordu. Belki de bazı yanlışlar yapmıştım! Ama yanlış yapmış olamazdım! Bunca insandan daha bilgiliydim. İçlerinde en iyisi bendim diyebilirdim. Onların yeni öğrenmeye başladıkları şeyleri ben önceden beri biliyordum. Avantajlıydım. Bu yüzdendi bana hayranlıkları diye düşünüyordu zavallı çocuk. Tüm arkadaşları okulları bitirmişler, eğitimlerinin bir üst seviyesi olan orta öğretime başlamışlardı. Ama o hep birinci sınıfta kalmayı tercih etmişti. Bildiklerinin kendisine yeteceğini düşünüyor aynı zaman da okumayı bilmeyen insanların yanında kitaplarını okumayı da çok seviyordu. Belli ki amacı biraz dikkat çekmek, belki yalnızlığını biraz gidermekti. Yüksekçe başarısızlık korkusu yaşadığından da olabilirdi bu durum. Sebebi başka şeylerde olabilir tabii ama netice olarak o hep birinci sınıfta kalmayı, her eğitim öğretim yılında tekrar tekrar birinci sınıfı okumayı tercih etmişti!”

Tabii ki böyle bir çocuk yok fakat bence biz büyürken çocukken yapmadığımız hataları yapar hale gelebiliyoruz. Sırf “yüksek notlar alıp“, “sınıfın en iyisi” olmak için bir çocuk her zaman birinci sınıfı okumaz. Eğitiminin bir sonraki aşaması olan ikinci sınıfa geçer. Peki biz işlerimizi, çalışmalarımızı ve en önemlisi hayatımızı ne kadar “ilerletiyoruz” ? Başarısız olma korkusundan dolayı kendi yarattığımız güvenli bölgede kalmakla yukarıdaki çocuğun yaşadığı dramı yaşamış olmuyor muyuz ?

Duygusal Zeka

 

Duygusal zeka ile ilgili başlangıç seviyesinde mutlaka okunması gereken bir kitap.

Kitabı almak isteyenler buraya tıklayabilir.

Kitabın genel olarak neden bahsettiğine göz atmak isteyenler buraya bakabilir. Okuduğunuz da önceden hata yaptığınız birçok şeyi fark edeceksiniz. Bu kitabı okuyun ve hatalarınızı devam ettirmeyin! Unutmayın hata yapmayan değil, yaptığı hatalardan erken ders alan insanlar daha sağlıklıdır. Bilgisizlikte inatçılık, felaketi hazırlar.