Projelerin Hiyerarşisi

Pazarlama ile ilgilenen hemen herkes Maslow’un ihtiyaçlar hiyeraşisini duymuştur. Maslow’un bu ihtiyaçlar hiyeraşisini doğru ve yanlış bulan birçok şey okudum. Benim çıkardığım sonuç şu. Birşeyi irdelerken eğer amacınız o şeyin “mükemmel” olmadığını ortaya çıkarmaksa, bir şekilde mutlaka başarılı olursunuz, özellikle irdelediğiniz şey bir “teori” ise. Ben birşeyin nasıl mükemmel olmadığını araştırmayı zekice bulmuyorum. Bence dünyanın “beyinmirasını daha iyi nasıl anlarız ve bu mirasa nasıl “katkıda” bulunabiliriz şeklinde düşünmek hem kendimiz hem de dünyamız için çok daha faydalı olacaktır. Maslow’u ihtiyaçlar hiyeraşisine bu şekilde yaklaştığımızda, birçok açıdan bizim için faydalı ve kullanışlı olabiliyor.

Kısaca Maslow İhtiyaçlar Hiyeraşisi Nedir?

Maslow, ihtiyaçlar hiyeraşisinde insanların ihtiyaçlarının belli bir hiyeraşi içerisinde olduğunu ve bu hiyeraşide altta birini bitirmeden, üstteki diğerine geçilemeyeceğini söylüyor. Buradaki sıralama şu şekilde

1. Fizyolojik gereksinimler (nefes, besin, su vb.)

2. Güvenlik gereksinimi (sağlık , mülkiyet güvenliği , vb.)

3 Ait olma gereksinimi (arkadaşlık, aile vb.)

4 Saygınlık gereksinimi (kendine saygı, başarı vb.)

5 Kendini gerçekleştirme gereksinimi (problem çözme, önyargısız olma, entellektüel ihtiyaçlar vb.)

İnsanlar ihtiyaçlarının önemini bu hiyeraşiye göre belirliyor. En temel fizyolojik ihtiyaçlarını gideremeyen bir insan için bir probleme çözüm getirmek bir ihtiyaç olmuyor.

Yapılan projeler (burada proje kavramını çok geniş düşünebiliriz) temelinde bir ihtiyaca verilen cevap olduğunu düşünürsek, projeler için de benzer bir hiyeraşiye sahip olduklarını düşünebiliriz. Örneğin yol üzerinde giderken simit aldığımız simitçi 1. dereceden ihtiyacımızı çözerken (burada proje olarak yol üzerinde simit satmayı düşünebiliriz), fikir dünyamızdaki bir fikri anlatmak için duyduğumuz görselleştirme ihtiyacımıza cevap veren bir yazılım 5. dereceden bir ihtiyacımızı çözmektedir.

Bu şekilde düşünüldüğünde www.hesaplabakalim.com projesinin ne kadar önemli olduğu birkez daha ortaya çıkıyor. Hesaplabakalım insanların merak ettikleri, öğrendiklerinde hayatlarını iyileştirecek fakat nasıl öğreneceğini bilemedikleri konularda hesaplayıcıların olduğu hem keyifli hem verimli bir internet projesi. Hesaplabakalım ile nasıl hesaplayacağınızı bilemediğiniz birçok konuya kolayca çözüm bulabilirsiniz.

 

Dünya değişti fakat beyinlerimiz ?

Risk alma konusunda Tim Ferriss‘in bu güzel yazısındaki bir bölümü çok beğendim. Dünya değişti fakat beyinlerimiz henüz değişmedi!

“We live in a different world than that of our ancestors. We do not sit around fires and wander forests in search of food. Civilization has changed greatly, but our brains have not.

Evolution via natural selection shaped the human brain over millions of years to achieve a simple goal: stay alive long enough to reproduce and raise offspring. As a result, we react faster, stronger, and harder to threats and unpleasantness than to opportunities and pleasures. There’s a red alert in our brain for bad things, but no green alert for equivalently good things. Sticks get our attention and carrots do not, because avoiding sticks is what mattered to staying alive.

Neuropsychologist Rick Hanson sums up this “negativity bias” nicely:

“To keep our ancestors alive, Mother Nature evolved a brain that routinely tricked them into making three mistakes: overestimating threats, underestimating opportunities, and underestimating resources (for dealing with threats and fulfilling opportunities).”

Overestimating risks and avoiding losses is a fine strategy for surviving dangerous environments, but not for thriving in a modern career. When risks aren’t life-threatening, you have to overcome your brain’s disposition to avoid survivable risks. In fact, if you are not actively seeking and creating opportunities—which always contain an element of risk—you are actually exposing yourself to more serious risks in the long term.”

Bu güzel yazının tamamını okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Ürün Yöneticisi için başarı kriterler

Ürün yöneticileri arasında %1’lik dilim ile %10’luk dilim arasındaki farklar nedir sorusuna Ian McAllister’in verdiği cevap çok etraflı ve güzel.

“The top 10% of product managers excel at a few of these things. The top 1% excel at most or all of them:

  • Think big – A 1% PM’s thinking won’t be constrained by the resources available to them today or today’s market environment. They’ll describe large disruptive opportunities, and develop concrete plans for how to take advantage of them.
  • Communicate – A 1% PM can make a case that is impossible to refute or ignore. They’ll use data appropriately, when available, but they’ll also tap into other biases, beliefs, and triggers that can convince the powers that be to part with headcount, money, or other resources and then get out of the way.
  • Simplify – A 1% PM knows how to get 80% of the value out of any feature or project with 20% of the effort. They do so repeatedly, launching more and achieving compounding effects for the product or business.
  • Prioritize – A 1% PM knows how to sequence projects. They balance quick wins vs. platform investments appropriately. They balance offense and defense projects appropriately. Offense projects are ones that grow the business. Defense projects are ones that protect and remove drag on the business (operations, reducing technical debt, fixing bugs, etc.).
  • Forecast and measure – A 1% PM is able to forecast the approximate benefit of a project, and can do so efficiently by applying past experience and leveraging comparable benchmarks. They also measure benefit once projects are launched, and factor those learnings into their future prioritization and forecasts.
  • Execute – A 1% PM grinds it out. They do whatever is necessary to ship. They recognize no specific bounds to the scope of their role. As necessary, they recruit, they produce buttons, they do bizdev, they escalate, they tussle with internal counsel, they *.
  • Understand technical trade-offs – A 1% PM does not need to have a CS degree. They do need to be able to roughly understand the technical complexity of the features they put on the backlog, without any costing input from devs. They should partner with devs to make the right technical trade-offs (i.e. compromise).
  • Understand good design – A 1% PM doesn’t have to be a designer, but they should appreciate great design and be able to distinguish it from good design. They should also be able to articulate the difference to their design counterparts, or at least articulate directions to pursue to go from good to great.
  • Write effective copy – A 1% PM should be able to write concise copy that gets the job done. They should understand that each additional word they write dilutes the value of the previous ones. They should spend time and energy trying to find the perfect words for key copy (button labels, nav, calls-to-action, etc.), not just words that will suffice.

I’m not sure I’ve ever met a 1% PM, certainly not one that I identified as such prior to hiring. Instead of trying to hire one, you’re better off trying to hire a 10% PM who strives to develop and improve along these dimensions.”

Quora’da bu sorunun sayfasına gitmek ve diğer cevapları da okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Düzleşen Dünya, Küreselleşme ve Biz

Beni twitter’dan takip edenler son zamanlarda Thomas Lauren Friedman’dan Dünya Düzdür kitabını okumaya başladığımı biliyorlardır. (Yazarın twitter hesabı için buraya tıklayabilirsiniz.) Kitabı okumayanların mutlaka okumasını tavsiye ediyorum. Dünya değişiyor, bizi daha farklı bir gelecek bekliyor ve bu geleceği yakalamamız için bu günden bazı şeyler yapmamız gerekiyor. Ben bu yazımda kitaptaki küreselleşme ile ilgili bilgileri sizlerle paylaşacağım.

Yazar küreselleşmenin üç büyük çağı olduğunu düşünüyor ve küreselleşmenin ilk çağının başlangıcı olarak Kolomb’un Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında ticareti başlatan sefere çıktığı tarih olarak 1492 yi gösteriyor. Küreselleşmenin bu ilk çağı 1800 lere kadar sürüyor. Küreselleşmenin bu ilk versiyonu ülkeler ve kas gücü ile ilgili. Ülkeniz ne kadar fazla kas gücüne sahipse, o kadar avantajlısınız. Kas gücünün içerisinde beygir gücünüz, rüzgar gücünüz ve 1800’lere doğru çıkan buhar makineleri ile buhar gücünüzde bulunuyor. Eğer kas gücünüz var ve yaratıcı bir şekilde bunu kullanabiliyorsanız küreselleşmede rakiplerinizden öndesiniz. (Bu bölümü ilk okuduğumda aklıma İstanbul’un fethi sırasında karadan kaydırılan gemiler gelmişti! Önemli olan kas gücü ve bu kas gücü de yaratıcı bir şekilde kullanılıyor.) Küreselleşme 1.0’da ülkenizin küresel fırsat ve rekabetteki yeri en önemli konu. Ülkeniz aracılığı ile küreselleşip, diğerleri ile işbirliğine gidebilirsiniz.

Küreselleşmenin 2. çağı için de 1800’lerde başlayıp 2000’e kadar devam ettiğini söyleyen yazar, bu dönemdeki itici güç içinde çok uluslu şirketlerin olduğunu söylüyor. Bu çağın önemli özelliği malların ve bilginin, kıtadan kıtaya hareket etmesi, ürünlerin ve iş gücünün küresel alanda alınması ve satılması ile gerçek bir küresel ekonominin doğmasını gerçekleşmiş olması.

Bundan sonra başlayan küreselleşmenin 3. çağıda şu anda içinde yaşadığımız durum. Beni en çok heyecanlandıran kısım burası. Bu bölümde küreselleşme 1.0 dan itibaren ülke ve şirket bazında olan küreselleşme artık 2000’li yıllardan itibaren kişi başında olmaya başlıyor. Bunu kitapta okuyana kadar kişisel bazda küreselleşmenin olduğunu düşünmemiştim. Ancak kişisel bazda küreselleşme fikrini okuduktan sonra aklıma bir anda İstanbul’da yaşayıp, Avrupa’ya yaptığı tasarımı satan grafik tasarımcılar, çektiği fotoğrafları bazı sitelere yükleyerek onları tüm dünyanın hizmetine sunan insanlar geldi. Bu insanlar kendileri kişisel olarak yaptıkları işi her hangi bir fiziksel ihracat olmadan tüm dünyaya ihraç edebiliyorlar. Ortaya koyduğunuz iş eğer gerçekten değerliyse, fiziksel olarak nerede olduğunuzun önemi yok. Fikriniz, sanatınızı tüm dünyaya duyabiliyorsunuz.

Kişisel olarak küreselleşme tüm dünyaya ulaşma imkanını bize vererek büyük bir avantaj olsa da bu aynı zaman da küresel anlamda bir rekabet anlamına da geliyor.(Rekabetin olması yada küresel anlamda olmasını olumsuz bakmıyorum.Bilakis bence olumlu bir konu. Fakat hazırlıklı olunmadığı takdirde ciddi başarısızlıklar getirebilir.) Bu nokta biz bizi bekleyen bu küresel rekabete ne kadar hazırız, bu rekabete hazırlanıyor muyuz, hazırlanıyorsak doğru bir şekilde mi hazırlanıyoruz sorusu aklıma geldi.

Öncelikle şunu kesinlikle belirtmeliyim ki üniversite eğitimimiz bizi kesinlikle geleceğin dünyasına hazırlamıyor.  Bu noktada yeni dünyanın büyüyerek ve hızlı bir şekilde geldiği günümüzde, kendi eğitimimizi kendimizin planlaması sadece biz öğrencilerin görevi. Bunun için öncelikle yeni dünyayı en iyi şekilde anlamamız ve bizim yeni dünyada neye ihtiyacımız olduğuna iyice karar vermemiz gerekiyor.Kendimce yeni dünyada bizden neler beklenir, yeni dünyada kaliteli işler yapabilmek için benim neye ihtiyacım olabilir sorularına şu yanıtları verdim.

* Yaratıcılık: Kitabın ilerleyen bölümlerinde Amerika’daki birçok işin Hindistan’a kaydığı söyleniyor. Şöyle ki muhasebe işlemleri bile teknolojinin nimetleri ile Hindistan’da yaptırılabiliyor. Kendi kendini tekrar eden işleri taşeronlar hem daha sağlıklı hem de daha ucuz olarak yapabiliyorlar. Birçok call-center da Hindistan’a taşınıyormuş örnek olarak. Bu durumda “bende (me too)” mantığı ile çalışan işler yapmak,bu tarz işlere beyin ve zaman olarak yatırım yapmak felaketi planlamak anlamına geliyor. Yaratıcı düşünmeye ve olmaya daha önce hiç olmadığımız kadar ihtiyacımız var. Yeni dünyada en büyük katma değer yaratıcılık ile üretilecek değerde yatıyor.

* İş Birliği Yapabilme: Teknolojinin getirdiği büyük nimetlerden bir tanesi de fikri üretim sürecini özgürleştirmesi. Bunun anlamı fikri üretim süreci bile parçalara bölünüp, başka başka insanlar tarafından geliştirilip, birleştirilebiliyor. Bu noktada bırakın grup içerisini, küresel çapta insanlarla iş birliği yapabiliyor, sürdürülebilir, sağlıklı işler yapabiliyor olmanız gerekiyor.

* Öğrenme: Öğrenme hızımız ve kapasitemiz hiç olmadığı kadar önemli hale geliyor. Sürekli olarak öğrenebiliyor olmamız gerekiyor. Bilgi artan bir hızla kendini yeniliyor ve “ben biliyorum(!)” demek için yanlış bir zaman içerisindeyiz. Bildiklerimizi güncel tutmadığımız zaman bir anlamı yok. Öğrenme ile ilgili bir diğer olumlu gelişme ise bilgiye ulaşım yollarında. Eski dünyaya ait yöntemlerle yeni dünyada bilgi aramak yanlış haritaya bakarak yol bulmaya çalışmak gibi. Yeni dünyada bilgiye ulaşmanın yöntemleri ve yeni dünya bilgisi öğrenilmeli.

* Sürdürülebilirlik: Referanslar en önemli tercih nedeni. Artık her şeye ulaşmak çok daha kolay ancak güvenilir insana ulaşma problemi aynen devam ediyor. Güvenilirliğiniz yoksa tüm bu bildiklerinizin başına bir eksi koyabilirsiniz. (Konuyla ilgili blog yazım için buraya tıklayabilirsiniz.)

Yeni dünyayı anlamak ve kendimizi bu yeni dünyaya hazırlamak en önce bizim görevimiz. Keşke eğitim sistemimiz ve diğer etmenler bizi bu konuda daha fazla aydınlatsa, daha da yardımcı olsaydı. Fakat onlar bu konuda yetersiz ve biz bu konuda kendimiz bir şeyler yapmalıyız. Eğer sizde yeni dünyaya ilgi duyuyor ve kendinizi yeni dünyaya göre geliştirmek istiyorsanız/geliştiriyorsanız benimle iletişime geçerseniz bunu birlikte yaparak daha verimli hale getirebiliriz.

“Business” Kafası

Bu yazımda aslında tam olarak bana ait olmayan şeyleri yazacağım. Aslında bu yazıyı okuyan birçok kişinin zaten bildiği şeyleri tekrarlamış olacağım.

Şimdi öncelikle Guy Kawasaki’nin Büyüleme kitabından dikkatimi çeken birkaç bölümü yazacağım.

“Minnesota Üniversitesi öğretim üyesi Kathleen D. Vohs, paranın insanların davranışları üzerindeki etkilerini incelemek için bazı deneyler yaptı. İşte uyguladığı üç deneyin kısa özeti:

* Araştırmacılar, Monopol oyununu oynamaları için deneklere 4000 Dolar, 200 Dolar ya da 0 Dolar verdiler. Laboratuvardan çıkarken, araştırmacılardan biri kurşun kalem torbasını bilerek yere düşürdü;araştırmacılar, deneklerin yardım etmek için kaç kalem topladıklarını saydılar. En az yardım edenler 4000 Dolar alanlardı, en çok yardım edenler ise hiç para verilmeyenlerdi; 200 Dolar alan denekler ortadaydı.

* Araştırmacılar, sözcük gruplarıyla tam bir cümle oluşturmak için sekiz çeyreklik verdiler. Sözcük gruplarından bazıları parayla ilgiliydi, bazıları değildi. Deneyin sonunda deneklerden bir öğrenci fonuna bağış yapmaları istendi. Parayla ilgili sözcük gruplarını düzenleyen denekler, parayla ilgili olmayan sözcük gruplarını düzenleyen deneklerden daha az bağışta bulundular.

* Araştırmacılar, denekleri bir bilgisayarın bulunduğu bir odaya koydular. Bilgisayarda, ya ekran koruyucusu yoktu, ya bir balık görüntüsü, ya da para görüntüsü vardı. Araştırmacılar, deneklerden, diğer deneklerle görüşmek için iki sandalye koymalarını istediler. Para görüntüsünün bulunduğu ekran koruyucuyu görmüş olanlar, boş ekranı yada balık görüntülü ekran koruyucuyu görmüş olanlara kıyasla sandalyeleri birbirinden daha uzak koydular.” sy. 121 – 122

Cem Yılmaz’da bu kısımdaki sizinle özellikle paylaşacağım kısmı: “Hayatım boyunca hiçbir şeyi para için yapmadım; bir şey yaptım para etti , ona ben bir şey diyemem!”(0:51- 0:58 snleri arası)

Benim hem bu okuduğum/izlediklerimden, hem de insanlarda gördüğüm kadarı ile “business” kafasında olmak(!) insandan birçok şey götürüyor. Neler götürür sorusu kişiye bağlı. Değer yaratmak için, inovatif düşüncelerle hayata artı katmak için “business” mantalitesi ile düşünmemek gerektiğini düşünüyorum! Değer yaratan, başarılı olan, insanlar tarafından sevilen tüm işlerin bu şekilde yapıldığını da biliyorum. Her şeyden önce kendinizi sevin, kendinize güvenin ve görmek istediğiniz şeyi yapın. Başlatmayın, sadece yapın!

Son olarak Steve Jons’un o efsanevi cümlesini tekrarlıyorum: “STAY HUNGRY STAY FOOLİSH”

 

Merak uyandırmak yada uyandırmamak

Gözlemlemek öğrenme sürecinde önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Bunda gözlem yapmayı sevmemin de etkisi olabilir. Bazen bilinçli gözlem yapıyorum, bazende bilinçsiz. Bilinçsiz gözlem nasıl oluyor peki ? Dikkatimi çeken olaylar gerçekleşirken istesem de istemesem de detayları beynimde yer ediniyor ve farklı zamanlarda bazen de farklı yerlerde başla olaylarla beynim kolayca bağlantı kurabiliyor. Bu yazımda da aslında bilinçsiz olarak yaptığım gözlemle keşfettiğim bir gerçeği sizlerle paylaşmak istiyorum.

İTÜ Ayazağa Kampüsünde öğrencilerin yoğunluklu bulunduğu yemekhane ile kütüphane arasında zaman zaman bazı firmaların organizasyonları gerçekleşiyor. Firmalar stand alanları açarak, öğrencilerle(potansiyel müşterilerle) etkileşime geçiyorlar. Bu şekilde yapılan ve benimde çok beğendiğim organizasyonlardan bir tanesini bir kalem markası olan Rotring yaptı. Organizasyonda stand alanında kalemler ve kağıtlar vardı ve öğrenciler resim çiziyorlardı. Sizinde tahmin edebileceğiniz gibi ciddi bir kalabalıkla katılım oldu ve insanlar diledikleri resimleri çizdiler. Daha sonrasında olay internete taşındı ve çizilen resimlerle kimlerin çizdiği olan sayfalarda facebook ile like edilebiliyordu. Beğenme sayıları ile yarış devam ediyordu. Bu etkinliğe katılmadığım için detaylarını bilmiyorum ancak büyük ihtimal yarış sonrası ödülde verilmiştir.

Bir diğer organizasyona da dün gördüm. Ortada bir ses sistemi ile “gürültü” yapılıyor ve ellerindeki kutuların içerisinde crax olan kişiler sizlere crax ikram ediyorlardı. İlgi çekici, eğlenceli vede en önemlisi merak uyandırıcı değildi. Bir organizasyonda özellikle öğrencilerin olacağı bir organizasyona göre çok pasif gerçekleşiyordu. Marka görsellerinin yerleştirmesi bile çok verimsizce yapılmıştı.

Genç bir girişimci adayı olarak, insanların “ders çalışırken” kullandığı bir kalem markasına bu kadar ilgi gösterirken, “ücretsiz” olan ve üstelik hemen tüketilebilecek bir gıda ürününe bu kadar ilgisiz kalmaları benim için ciddi dersler barındırıyor. Buradaki temel dinamiği çözemeyen firmaların zamanın ruhuna uygun işler yapacağını düşünmüyorum. Özellikle de marka olmalarını imkansız görüyorum. Endüstri mantığı ile artık daha fazla iş yapılmayacağını düşünüyorum. Değer ekonomisi gün geçtikçe güçleniyor ve insanlar için gerçekten bir değer üretmeniz gerekiyor. İnsanlar artık sadece parayı verdim ürünü aldım mantığı ile alış-veriş yapmıyorlar. Gelecekte daha da az yapacaklar. Wikipedia ile dünyanın bilgi kaynağına ücretsiz olarak erişiyorlar, Facebook ile tüm arkadaşları ile ücretsiz iletişim kuruyorlar, Wolfram ile hesaplamalarını ücretsiz olarak yapabiliyorlar. Yeni dünyayı anlamak için önce yeni dünyalı olmak gerekiyor. Eski dünyanın prensipleri ile yeni dünyalı olunmaz, yeni dünya kesinlikle anlaşılamaz.

Fatih İşbecer Etohum Sunumundan Dikkatimi Çekenler

Fatih İşbecer ‘in 26 Kasım 2011’deki Etohum konuşmasını izleme fırsatı buldum. Videoyu izlemek isteyenler buraya tıklayabilirler. Fatih İşbecer’in birden fazla sunumlarını izlemiş biri olarak genel olarak sunumlarında gördüğüm bazı özellikler var.

* Tecrübelerine dayanan, sağlam tespitleri var.

* Gerçekten sunumunu dinleyicisi olarak size değer vererek hazırlanmış bir sunumu var ve eğer anlattıklarından bir şeyler kapmak istiyorsanız mutlaka kapacağınız şeyler vardır.

* Birçok diğer konuşmacıdan farklı geçiyor sunumları. Çok daha keyifli.

Bunun dışında bu yazımda sunumdaki çıkarımlarımı yazayım. Öncelikle sunumu izlerken yanıma kağıt kalem aldım ve videoyu durdurarak sık sık not alma zorunluluğu hissettim. Not defterimi bu sunuma ayırmış oldum. 🙂 Buraya aldığım notların içinden seçtiklerimi yazacağım.

* “Girişimcinin riski kumarbazın riski ile aynı değildir!“. Kendisinden bu cümleyi ilk defa İTÜ’deki sunumunda duymuştum. Duyduğumda bana çok mantıklı geldi.

* Girişimciler için vizyon en önemli şey olduğunu düşünüyorum. Vizyonla ilgili bu sunumda dikkatimi iki şey çekti. Birincisi Fatih beyin kendi vizyonu. Firma olarak ilk kuruldukları yıllar wap teknolojisine büyük ilgi varken kendileri uygulama pazarına yönelmeleri. Diğeri ise Fatih beyin direkt sunumda katılımcılara yaptığı uyarıydı. 🙂 Girişimci olmak için ne yapmam lazım yaklaşımının sonuçları felaket olabiliyor. Bu konuda diğer çok beğendiğim bir kitap özetide bu linkte.

* Birçok girişimci adayı, sanırım girişimin heyecanı ve yeni başlamanın verdiği acemilikten olsa gerek satış üzerine yeteri kadar odaklanamıyor. Bir girişimci adayı olarak kendi adıma aslında en çok dikkat etmem gereken noktalardan bir tanesi bu. Stratejiler, kampanyalar hepsi şahane düşünülmüş olabilir ancak satışla içeri para girmiyorsa problemler oluşuyor anlamına geliyor. Satış yapmanın diğer işlerde olduğu gibi kendi içerisinde dinamikleri var ve kendi tek başına büyük bir iş.

* Birçok insanın birçok fikri var. Burada girişimcilerle hayalciler arasında bir doğal seçilim oluyor zamanla. Hayalciler sürekli hayel kurup kurduğu hayale takılan insanlar. Girişimciler ise hayallerini gerçekleştirmek için harekete geçen insanlar.

* Planların yapılmasını tavsiye ediyor Fatih bey ancak tutmayacağını da baştan söylüyor. Planların birçoğu girişimciye atladığı, gözden kaçırdığı bir şey varsa bunu görmesini sağlıyor.

* Sanırım benim için çok önemli noktalardan biri şimdi yazacağım nokta. Fatih bey yaptığınız işin mutfağına çok dalarsanız dışarı çıkıp, strateji geliştirip satış yapılamayacağını söylüyor. Ama yaptığınız işe de hakim olmak gerekiyor.

* Türkiye’de ciddi bir insan kaynağı sorunu yaşanıyor. İyi takımlar kolay bulunamıyor, istikrarlı çalışan sayısı düşük. En iyi arkadaşlarla ortaklık yapmayı çok sakıncalı olabiliyor.  En iyi arkadaş ile en iyi ortak bir birinden farklı şeyler.

* Projeyi anlattığınız da insanlardan aldığınız feedback yanıltıcı olabiliyor. İnsanlar fazla kibar olabiliyor. Süper fikir diyenlerden parası karşılığı ortak olmalarını istenebilir. 🙂 Böylece fikirlerinin ne kadar gerçekçi olduğunu öğrenebilirsiniz.

* Türkiye’de insanlar tanıdıkları ile iş yapıyorlar ve network gerçekten çok önemli. Tanımadığınız bir sektörde iş yapacak olursanız sektörle tanışmanız gerekiyor.

* Kâr ederken finansal kârdan çok operasyonel kârlılığa odaklanmak gerekiyor. Finansal kârlılık aldatıcı.

* Markalaşmak ve esnek kalabilmek önemli.

Elimdeki notlarda yazabileceğim ve hepside önemli daha birçok nokta var. Ancak hepsini yazarsam videoyu yazıya dökmüş olmaktan korkuyorum 🙂 . Fatih beye bu ve önceki sunumları ile bana kattıklarından dolayı teşekkür ederek bu yazımı bitirmek istiyorum.

 

Duygusal çalışma

Yeni dünyada fark yapan, değer üreten şey duygusal çalışma. Duygusal çalışma birçok yönden sanata benziyor ve duygusal çalışma sonrası ortaya çıkan bir sanat eseri ile birçok ortak özelliği oluyor. Bana göre yeni dünyanın girişimcisi de bu sanatı yapan sanatçılar olacaktır. Eski müteşebbis mantığı ile hareket ederek bu günkü dünyayı daha yaşanabilir hale getiremeyiz. Yaptığınız iş dünyayı daha yaşanabilir yapmıyorsa aslında çok da bir şey yapmamışsınız demektir. Dünyayı daha yaşanabilir yapacak işler düşünüyor ve bunu yapmak için gereken beceri ve bilgileri ediniyorum. Bu konuda benzer düşünen insanlarla da beraber olmak daha da umut ve enerji verici oluyor. Sanat değerliydi ve değerli olmaya da devam edecek.